31 Ocak 2019 Perşembe

Bulantı - Jean Paul Sartre

Bence okuması kolay olmayan bir kitap. İnsanı bazen depresif hissettirebiliyor. Ama yazarın istediği de hayatımızın  basitliğini ve tekdüzeliğini anlatmak. Zorlayıcı kısmının yanında, insanı aydınlatacak paragraflara sahip. Varoluşçuluğun kutsal kitabındaki beğendiğim yerler şöyle: 
  • "Yaşarken başımızdan hiç bir şey geçmez. Dekorlar değişir, kişiler girer çıkar yalnız. Başlangıçlar da yoktur; günler anlamsız bir şekilde birbirine eklenir durur; sonu gelmez tek düze bir ekleniştir bu. Ara sıra şöyle bir hesap yapılır: "İşte üç yıldır yolculuk yapıyorum. Bouville'e geleli üç yıl oldu." denir. Başlangıç olmadığı gibi son da yoktur. Bir kadın, bir dost, bir kent bir kerede terk edilemez. Hepsi birbirine benzer zaten. Aradan iki hafta geçince, Şanghay, Moskova, Cezayir birbirinin aynıdır. Kimi zaman (pek sık değil), durumu gözden geçirir, bir kadına bağlandığınızı, kötü bir işe girdiğinizi fark edersiniz. Göz açıp kapayıncaya kadar sürer bu. Sonra geçit yeniden başlar, saatleri ve günleri birbirine eklemeye koyulursunuz. Pazartesi, salı, çarşamba. 1924, 1925, 1926. Yaşamak budur işte. Ama hayatınızı anlatırsanız, her şey değişir."
Bu paragraf bana Big Fish filmini anımsattı. Şöyle bir replik vardı: "İnsan ne kadar çok öykü anlatırsa o denli ölümsüzleşir.". Herkes farklı hayatlar yaşıyor olabilir. Ama herkesin bir rutini var. Şartlarımız neyse onu öğreniyor ve duruma alışıyoruz. Bu rutinden kurtulmanın yolu, sözlü veya yazılı olarak anlatmak: Yaşadığını veya yaşamak istediğini, gördüğünü veya görmek istediğini, hissettiğini veya hissetmek istediğini.


  • "Yüzlerindeki çizgileri, göz kenarlarındaki kırışıklıkları, haftalık çalışmanın verdiği acı yorgunlukları ortadan kaldırmak için bir tek gün vardı ellerinde, tek bir gün. Dakikaların ellerinden kayıp gittiğini duyuyorlardı Pazartesi sabahı dokuzda evden çıkmak için gerekli gücü toplayacak zamanı bulacaklar mı acaba?Deniz havası canlandırıyordu onları. Derin derin solumaları bundan ötürü. Uyuyanlarınkine benzeyen, düzenli ve derin soluyuşlardan başka hiç bir şey, canlı olduklarını göstermiyordu."

İşini sevenler iyi de, ya işini sevmeyenler? Dünyada bu kadar çok insan varken, bir kısmı işsizlikten açken bu kadar çok çalışmanın anlamı var mı? Bu konuda Bertrand Russell "Aylaklığa Övgü" ve Paul Lafarge "Tembellik Hakkı" eserleriyle oldukça mantıklı teklifler sunuyorlar: Günde 8-10 saat çalışmak yerine 4 saat çalışalım ve yararlı aylaklık için vaktimiz kalsın. Şu anki düzende sadece tv izleyip internette dolanmak gibi pasif şeylere enerjimiz yetiyor. Ancak, daha az çalışırsak daha aktif olabiliriz ve hayattan daha çok zevk alabiliriz.

  • "Ben geçmişimi nerede saklayacağım? Geçmişinizi cebinizde saklayamazsınız. Onu koyacak bir eviniz olmalı. Gövdemden başka şeyim yok benim. Yapayalnız bir adam, salt gövdesiyle anıları durdurup saklayamaz. Anılar üzerinden geçip gider onun. Ama yakınmamalıyım. Çünkü özgür olmaktan başka şey istememiştim."
Özgürlüğün bedeli anıları saklayamamak mıdır? Ya da en özgür insan, hafızası olmayan veya çocuklar gibi hafızası en az olan mıdır? Bilemiyorum.

  • "Kırk yaşına gelince o minicik inatçılıklarını ve birkaç atasözünü deney diye adlandırmışlardır. Para atılınca bir şeyler veren makinelere dönmüşlerdir. Sol deliğe bir beşlik atınca yaldızlı kağıda sarılı kıssalar, sağdakine bir beşlik atınca, dişlere yumuşacık karamelalar gibi yapışan değerli öğütler alırsınız."
Kırk mı? Kırk çok erken değil mi? Ama hormon seviyesi azalınca daha tatlı oluyor insan galiba. Enerjinin başka bir yere akması lazım.

  • "Ödevini; bütün ödevlerini, evlat, koca, baba ve şef olarak ödevlerini yapmaktan geri kalmamıştı. Haklarını da istemekten çekinmemişti. Çocuk olarak sağlam bir aile hayatı içinde yetiştirilmek; mirasçı olarak lekesiz bir ad ve iyi bir işe sahip olmak; koca olarak iyi bakılmak, sevgi ve şefkatle karşılanmak; baba olarak saygı görmek; şef olarak tek söz söylenmeden baş eğilmek haklarını da istemişti. Çünkü hak, ödevin öteki yüzünden başka şey değildir."
Hayatta hiç bir şey karşılıksız değil. Birbirine temas eden herkesin mutlaka birbirinden bir çıkarı var. Yapılan fedakârlıklarda bile bir beklenti mutlaka var. Bu nedenledir ki, birinden bir şey istemeden önce o kişiye küçük de olsa bir iyilik yapmak, isteğimizin yerine gelmesini sağlayacaktır. İnsanız, inkâr etsek de doğamız bu...

  • "Senin değişmeyişin hoşuma gidiyor. Seni alıp başka bir yere götürseler, boyayıp başka bir yolun kıyısına dikselerdi, yönümü kestirmek için elimde hiçbir işaret bulunmayacaktı. Gereklisin bana; ben değişiyorum, oysa sen nasılsan öyle kalıyorsun, değişmelerimi sana bakarak ölçüyorum."
Hepimizin hayatında böyle insanlar vardır. Beklenen yolu izlerler. Değişmek istemezler. Kimi zaman rahatsız edici olurlar, kimi zaman da huzur verirler. Kişiliğimiz bu iki uç arasında gider gelir.

  • "Biliyorum. Bana tutku verecek herhangi bir şeye ya da kimseye artık rastlamayacağımı biliyorum. Birisini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. Enerji, kendini veriş, körlük ister. Hatta başlangıçta bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. Düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. Bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapamayacağımı biliyorum."
Galiba bu yüzden insanlar belli bir yaştan sonra tanışma faslını kısa tutup doğrudan evleniyorlar. Veya artık sadece günübirlik ilişkiler arıyorlar. Uzun uzun sevecek enerji kalmıyor otuzlu yaşlardan sonra.


  • "Bir insan her zaman hikâye anlatıcısıdır; kendi hikâyeleriyle ve başkalarının hikâyeleriyle çevrili yaşar; başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır."
Bu son alıntı kitabı okurken dikkatimi çekmemişti. Ancak ayrı bir yayında incelemesini yaptığım Murat Gülsoy'un "Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık" kitabı Bulantı'dan bu alıntıyla başlıyor. Gerçekten de her insanın olayları anlayışları ve anlatışları farklıdır. Bu anlatılan olaylar daha sonra insanların zihninde farklı düşüncelere ve duygulara yol açıyor.









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder